2 Ocak 2012 Pazartesi




1) Albüme Marshall Planı adını vermiş olmanız başta anti-Amerikanizm olmak üzere müziğinizle belli bir siyasi duruşu hedeflediğiniz anlamına geliyor olabilir mi?
Acaipademler birbirini nereden buldu?


Bu ağır ve sorumluluk isteyen soruya -albüm ya da daha genel kavramıyla müziğimizin dışında- düşünsel tatminkar bir yanıt vermek hiç de kolay değil. Yine de bu sorumluluktan kaçmadan, kısa bir yanıt oluşturmaya çalışacağım.
A.B.D, Marshall Planı’yla – halk diliyle hatırlatırsak – Mareşal Planıyla, 2. Dünya Savaşı akabinde, görece önemli sayılamayabilecek yardımlarla, Kıta Avrupası ve bu kıtanın kıyısında Anadolu’nun ekonomik, siyasi ve aynı zamanda, elbetteki kültürel geleceğini kökten değiştirerek bugünkü görünümünü kazandırmayı amaçlamış ve bu amacında da başarılı olmuş. Bu ansiklopedik! cümlelerde kesinlikle bir yergi yoktur. Ancak, ele aldığımız şairleri ve henüz bu albümde yetişemediğimiz diğer büyük ustaları, yaşamları, kişilikleri, söyledikleriyle değerlendirdiğimizde, -bizim Marshall Planı’nı - biricik dünyamızın biricik insanlarını –özetle açmak gerekirse - hepimizin haklarını, sevinçlerini, aşklarını, dostluklarını, kardeşliklerini, cesaretlerini, doğayla bütünleşmelerini, mücadelelerini, çalışkanlıklarını ve bağımsızlıklarını, ama yine de tüm insanlığı kucaklayan birlikteliklerini de- yücelten bir hissiyatla gerçekleştirilmeye çalıştık. Bizim Marshall Planı’nın ütopik görünen büyük cümleleri karşılayıp karşılamadığını bilmiyorum. Bu da zaten planın bir parçası. Yine de böyle bir planla - ve tabi ki akabinde, halihazırda bedelini ödemeye mahkum edildiğimiz diğer korkunç planlarla- yaşamaya mecbur edilişimizi seyrederken, Nasreddin Hoca gibi göle maya çalarak, içimizdeki ‘kendi!’ hislerimizi, ‘kendi!’ planlarımızı, daha genelleyerek ve özetleyerek söylersek ‘kendi!’ Dünya Görüşü’müzü yansıtmaya mecbur hissediyorum kendimi. Ah ne romantik bu çocuklar denilebilir. Ama göz göre göre Dünyayın ateşe atıldığı bir süreçte, sessizlik ateşten beterdir. Yine esirgenen düşünceler, manası anlaşılamayacak hale gelmiş atıflar, günlük yaşamın sulandırılmış, bayağılaştırılmış, elle tutulur hiçbir ciddiyet ya da mizah taşımayan cümleleri ya da siyasetin sarmalında ya da alanlarında kalpten gelmeyen sözler, bu ateşe körükle gitmek anlamını taşıyor. Büyük Usta’dan zikredersek “Cehennemde ateş yoktur. Herkes kendi ateşini kendi götürür. Meseleyi sadace anti-amerikanizmle açıklamak yeterli olmayacaktır.
Aynı albümde, ayrı dinlerden, ayrı dillerden, ayrı ülkelerden büyük şairleri yanyana getirip albümün adına da Marshall Planı diyorsanız esaslı bir duruşunuzun –bencileyin bir tavrınızın - olması gerekir elbette. Söylediklerinizin ister istemez geçmişi, gündemi ve gelecekle ilgili beklentilerinizi karşılaması, günümüzün giderek kararmasına karşı kalbinizin derinliklerinden kopup gelen bir haykırışınız olması gerekir. Bu tavrın/duruşun ne olduğunu tüm röportaj boyuna yaymaya çalışacağım.

Adımızı Pir Sultan’ın ‘Be hey acayipadem’ şiirine borçluyuz. Albümümüzün de ilk parçası. Pir Sultan’ın acayip bulduğu, nasihatlerde bulunduğu kişidir, acayipadem. “Ne yanarsın dünya malı birin alıp gidemezsin”, ( bu albümü de alıp gidemeyeceğiz). Her alıntımızda yaptığımız değişiklikler gibi Acayip sözcüğünden y harfini çıkarttık. Acaip oldu..

Acaipademler bir ‘çoklu ortam’. Bambaşka kafaların birlikte çalışabilecekleri bir durum Acaipademler. Hatta dinleyicilerimiz de Acaipler.

Acaipademler uzun süreçli bir tasarım dahilinde ilerliyor. Ama bir başlangıcı var elbette. Gökhan Birdal’la 2003 yılında başlattığımız müzikal birlikteliği –ki dostluğumuz 20 yıla dayanmakta- ara ara 2008’e kadar ilerlettikten ve albüm kaydetme kararını aldıktan sonra, uzun süre Asmalımescit’teki stüdyomuzda geceli gündüzlü haftalar hatta aylar süren ( Arbeit Macht Frei ) ve genelde çok verimli geçen sancılı provalardan sonra hemen hemen kendiliğinden gelişen bir süreçte albüm ortaya çıkmaya başladı. Kendiliğinden derken albüme katkıdan çok albümün vazgeçilmez müzisyenlerini ve mekanlarını kastediyorum elbette. Ve elbette bu satırlarda onları zikretmek isterim. Basta, Melek İrdem, davulda Akın Bağcıoğlu, albümün 8 numaralı parçası Hiç’in davullarında Gökhan Birdal, albümün 7 numaralı parçası Günahlar’ın solosunda Barkın Engin, ses tasarımı ve kayıt mühendisi Metin Bozkurt ( prodüktörüm deyince bir soğuk esinti oluşuyor ) -ki albümün miksinde Barkın Engin’le birlikte çalıştılar, mastering mühendisi Howie Weinberg ve elbette Kayıt Evi stüdyosunda Ergin Özler –ki sahne performanslarımızda davulları üstlendi ve nihayet ses kayıtlarını yaptığımız Istranca Dağları...Ve maddi, manevi sonsuz katkıları olan Aslı Tandoğan ve nihayet kendimi de bu vazgeçilmezlerin içinde sayarak günaha giriyorum ama - beste, ses ve elektrogitarda bendeniz.


2) Bu albümde farklı yaşam ve edebiyat geleneklerinden gelen ama her biri kendi çapında ‘acaip adem’ sayılabilecek altı farklı ozanın ismini görüyoruz. Bu isimlerin en azından bir ortak noktaları olduğunu düşünür müsünüz?

Ve beraberinde şu soru: Söz olarak seçtiğiniz şiirleri hangi kriterlerle belirlediniz, en azından sizin kafanızda var olan tematik bir bütünlükten söz edebilir miyiz?



İnsanın özünü yakalamış bütün büyük ustalar birbirlerini yakından tanıyor gibi duruyorlar . Yine de J.Prévert, Zahrad, A.Kadir, Paul Celan, Puşkin ve Pir Sultan Abdal’ın dünya görüşlerinin - bırakın ortak noktaları olmasını - bir düzlem bile oluşturmadıklarını düşünüyorum. Sorunuzu alaşağı etmek için söylemiyorum bunu. Sizi gülümsetmek için söylüyorum, sevgili Eray..
Bu tebessümle büyük ustaları yanyana getirdiğimizde eşsiz bir uzay yarattıklarını söyleyebilirim.. En azından ben öyle görüyorum Ve bu hacmin bizde yaratmış olduğu heyecanı albümde paylaşmaya çalıştık. A.Kadir’in dolaysızlığı, Zahrad’ın masalsılığı, J.Prévert’in gündelik olanı ne kadar derinleştirebildiği, Paul Celan’ın cesareti, Puşkin’in cömertliği, Pir Sultan’ın kardeşliği. Ve elbette üstlerine söylenecek binlerce özellik daha. Yine de haklısın, evet ortak bir noktaları var. Derinlikleri.



3)Müziğin sizin yazmadığınız sözlere hiç eğilip bükülmeden hatta kimi noktalarda vokali deforme etme pahasına uyum sağlamasını nasıl açıklayabiliriz? Mesela bu anlamda Çiçekçi Kız çok iyi bir örnek.


Bunu bir iltifat olarak mı almalıyım bilemiyorum. Pir Sultan’ın sözlerinde müziğin getirdiği çoşkuyla bir kaç küçük ekleme yaptım. Bu tip eklemelere türkülerde sıklıkla rastlıyoruz. Eklemelerimi ‘türkülerde nasılsa yapılıyor ben de yaparım’ gibi budaklı bir yaklaşımla yapmadım. Eklemelerin kararını verirken Sabahattin Eyuboğlu’nun Pir Sultan Abdal kitabındaki şu sözlerinden cesaret aldığımı hemen eklemeliyim. “Pir Sultan’ın şiirlerinin tamamının kendisine ait olduğunu söylememiz zordur. Bu şiirler Anadolu’da ozanlık geleneğini sürdüren bambaşka ozanlar ya da halkın bizatihi kendisi tarafından da söylenmiş, değiştirilmiş, korunmuş olabilir. Ancak halk, sevgilileri olarak addediği büyük Ozanların şiirlerine eklemeleri, değişiklikleri son derece hassas bir teraziyle, ‘gönlün gözüyle’ daha önce söylenenlere halel getirmeyecek bir hissiyat içinde yapar.” Birebir bu cümleleri de yazmamıştır kitapta ancak söylediklerimde bir mana eksikliğinin olmadığını umuyorum.
Ancak diğer tüm şiirlerde zaman zaman daha etkili değişiklikler yaptım. Ben şiirleri besteliyorum. Müziğe şiir aramıyorum. Ama zaman zaman yakaladığım bir fikre oturan şiirlerle karşılaştığım da oluyor. Bunu şairlerin bana verdikleri hediyeler olarak kabul edip az önce söylediğim “müziğe şiir aramıyorum” sözünü de yutmuş oluyorum. Sonuçta şarkının beni etkileyip etkilememesi mevzubahis. Daha sonra en yakındakilerimi yıpratıyorum, bitmemiş şarkılarla. Onları etkilerse devam ediyor şarkı üzerine çalışmam. Genelde şarkıları bestelemem dakikalar, kayıt aşamasına gelmesi ise aylar alıyor.
Çeviri şiirlerde karşılaşılan tüm sorunlarla ben de uzun zaman boğuştum. Tüm şiirlerin konuştuğum yabancı dillerdeki çevirileriyle zaman zaman orjinalleriyle karşılaştırmalar ve düzeltmeler yaptım. Kusursuz olduklarını düşünmüyorum. Ama insanüstü bir çaba sarfettiğimi söyleyebilirim kusursuzluğa yaklaşabilmek için. Nedeni benim mükemmeliyetçi olmamadan kaynaklanmıyor. Nedeni şairlerin olağanüstülüğünden kaynaklanıyor. Seçtiğim şairlerin hiçbiri hayatta değil. Onları hayatta tutmak, söylediklerinin hala en derinlerimizde yatan hislerimize ışık tuttukları için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Yaptığım değişiklikler genelde en kısa, en basit, en kolay söylenen ve anlamı zorlamayan değişiklikler oldu. Ahmet Haşim’in bir sözüyle görüşümü güzelleştirmek isterim. “Manada bir eksikliğimiz varsa, söyleyiş güzelliğiyle bu eksikliği bertaraf etmeye çalışırız”. Bu albümümüzde başarılmış mıdır bilemem ama patikalarımdan birinin kesinlikle bu görüşle aydınladığını söyleyebilirim.

4) Buna karşılık Pir Sultan’ınkilere yazdığınız müzikler cuk oturmuş. Bu sadece Anadolulukla açıklanabilir bir şey mi yoksa başta Alevi türküleri olmak üzere halk müziğinden beslenir misiniz?

Güney Amerika kökenli biri olarak küçüklüğüm türkü dinleyerek geçmedi. İlkokula Türkiye’de başlamama karşın, halk edebiyatıyla karşılaşmam üniversite yıllarına rastlar. Okuduğum okullarda da bu derinliği keşfetmiş hocalarımızın sayısı ne yazık ki çok azdı. Ya da herkes 80 ihtilalinin etkisiyle kafa kaldırmaz hala gelmişti. Ve ana dili türkçe olmayan bendenizin, Anadoluluyum demek için daha çok fırın ekmek yemem gerektiğinin farkındayım. Ama Anadolulu değilim demek daha ağırıma giderdi. Kalbimde Fransız romantizmi, bedenimde Alman çalışkanlığı ve disiplini, damarlarımda Latin ateşi, gönlümde Anadolu bilgeliğinin ışığı, acılarımda Rus derinliği, sahnede Amerikan rahatlığı ve dilimde Türkçenin resmeden büyüsünü barındırmaya çalışan bir acaipadem olarak, Dünya kültürünün son derece kıymetli bir parçası hatta kaynaklarından biri olarak gördüğüm Anadolu’yu elimden geldiğince anlamaya, yeniden üretmeye çalışıyorum. Yoksa Atahualpa Yupanqui ve niceleri en az Pir Sultan kadar değerlidir. Alevi olmayan birinin Pir Sultan’dan, Ermeni olmayan birinin Zahrad’tan, Rus olmayan birinin Puşkin’den, Fransız olmayan birinin J.Prévert’den, Yahudi olmayan birinin, Paul Celan’dan yine Türkiye’de doğmamış birinin A.Kadir’den ve nicelerinden etkilenmesini ancak büyük bir Dünya Kültürü uzayından hissedilen çoşkuyla açıklayabiliriz. Herşeyi kapsadığını düşündüğümüz bu uzayın içersinde Amerika’yı nasıl koymamazlık edebiliriz?


5) Istranca Dağları’nda kayıt yapma fikri nasıl gelişti? Daha doğrusu bu fikrin sizi teknik olarak zorlayabileceğinden hiç çekinmediniz mi?


Deney Evi Stüdyosunda enstrüman kayıtlarını bitirdikten sonra ses kayıtlarını stüdyo dışında yapmak, açık havada kayıt düşüncesinin tüm cazibesi ve zorluklarıyla bizi heyecanladıran bir fikirdi. Metin Bozkurt, Serdar Geçili’yle birlikte -ki dostluklarımızın toplamı 60 yılı bulur -üç mühendis formasyonlu adam, jeneratörler, ses emici plakalar, yüzlerce metre kablo, kayıt cihazları, bilgisayar, mikrofonlar, buz kutuları ve bilimum kamp malzemeleriyle dağlara gittik. Hiçbir sorunla karşılaşmadık açıkçası. Örümcekler, sivrisinekler, murad kuşları, kirpiler, olağanüstü ağaçlar arasında ve gökkubbenin altında kayıt yaptık. Hayatımızın en heyecan verici gecelerinden üçünü orada geçirdik. Geceleri kayıt yaptık, gündüzleri nehirde kayıkla dolaştık. 2. Albüme başladık, aslında büyük bir heyecanla yine dağa gidip kayıt yapacağımız günleri bekliyorum.


6) Süreç içinde Acaipademler’e ilişkin olumlu/olumsuz beklentileriniz neler?



Bizim heyecanla severek yaptığımız ve beğenerek -nasıl bir büyük burunluluksa kendi albümünü beğenmek, ama yine de bunu saklaymayacağım - dinlediğimiz bir albümün, dinleyicide bir etki yaratıp yaratmayacağını açıkçası merak ediyorum. Yine de sevilmesini, dinlenmesini Acaipademler’in bu coğrafya’da Rock müziğinin bir temsilcisi olarak yerini almasını isterim. Nasıl bir yer alacağını ya da alıp almayacağını zaten dinleyiciler belirleyecek. Bir iletişim biçimi olarak müziğin taşı gediğine koyan sözlerle bütünleşip şarkı haline gelmesi ve elbette yalnızca müziğin, tüm diğer iletişim biçimlerinden daha özgün, daha kışkırtıcı, daha açık, daha ikna edici, belirleyici, değiştirici, dönüştürücü olduğunu düşünüyorum. Bir de dinleyiciler de severse o kadar sevindirici olur ki. Çok laf yalansız olmaz , sözünün hep hatırlatılması gereken bir kişi olarak, şu şiirle sonladırmak isterim bu röportajı..

Gözüm olmadı
Üstünlük kavgasında
Ne de insanların hatırasında
Kalsın diye
Benim şarkım...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Camkilgog

Rüyamda bir camii bir kilise ve bir sinagog bulunan bir meydandayım ve üç mabedden söktüğüm taşlarla yeni bir camkilgog inşa ediyorum...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Der Kreis - Çember

Hier fängt der Kreis:

Jede Bewegung hat einen Grund - den man eigentlich zu kennen ahnt -
Jeder Grund der Bewegungen ist eine Geschichte in der Geschichte.
Jede Geschichte ist ein ungeschlossener Kreis.
Jeder Kreis ungeschlossen saugt Energie ab.
Durch jede gesaugte Energie ensteht eine Inflation, die immer weh tut.
Jede Inflation bereitet sich zu einer Explosion, die noch mehr weh tut.
Jene Explosion beinflusst andere Bewegungen, die eigentlich nie neu sind.
So entsteht ein nächster, ungeschlossener Kreis, der wiederum nicht neu ist auch nie neu sein kann, der auch selbstverständlich Energie absaugt.

Hier endet der Kreis - der ungeschlossen bleibt

Wo ist die Spontanität.

Das ist ein Kreis.

Çember

Her hareketin - bildiğimizi sandığımız - bir nedeni vardır.
Her neden tarihin akışında bir hikayedir.
Ve her hikaye kapanmamış bir çemberdir.
Kapanmamış her çember enerji emer.
Emilen her enerji - daima acı veren - bir şişkinliğe (Inflation) neden olur.
Her şişkinlik (Inflation) daha çok acı verecek olan bir patlamaya (Explotion) neden olur.
Ve her patlama (Explotion) kesinlikle yeni olmayan başka hareketlere neden olur.
Bu şekilde sıradaki kapanmamış çember oluşur ki bu çember ne yenidir ne yeni olma olasılığı vardır ve elbette enerji emmeye devam eder.

Çember burda bitiyor ve çember kapanmıyor.

Kendiliğindenlik nerde?

İşte bu bir çember.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Arkaik Vicdan Kalıntıları

Ahlak'ın olmadığı yerde hukuk devreye girer. Evrensel Ahlak -ne yazık ki herkesin oydaşmaya yanaşmadığı bir ütopik kavram olarak görünse de- köklerini ilkçağlara dayandırabileceğimiz 'Vicdan'ın organize olmuş halinden başka bir şey değildir. Vicdan asla soyut bir kavram olarak değerlendirilmemelidir. Vicdan, evrensel ahlak'a ters düşen davranışlarda bedenimizin doğallıkla verdiği tepkinin adıdır. Bıçak kemiğe dayandığında kemikten çıkan gerçeğin sesidir. BOP bu arkaik vicdan kalıntılarını yoketme projesidir. BGAP, yani Büyük Güney Amerika Projesi'nde bir türlü kontrol altına almayı başaramadıkları ama bir 30 yıl kafasını kaldıramayacak hale getirdikleri 'İnka' ruhuna yaptıkları gibi, Büyük Ortadoğu Projesi'nde 'Ortadoğu' ruhunu, vicdanını, ahlakını ezmeye yeni bir alaşım haline getirip tamamen etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Bundan 20 yıl önce gericilikle suçladığımız İran, bugün ABD karşısında 'Ortadoğu' vicdanının, ahlakının, cesaretinin tek temsilcisi olma yolunda. Unutulmaması gereken şudur elbette, Pers İmparatorluğunun doğal devamı olan İran Devleti süreç içerisinde rejim farklılıklarına gitmiştir. Ne Şah ne Humeyni rejimlerinin sürekli olmaları zaten beklenmemelidir. Rejim değişikliklerinin dinamizmi sağlam temeller üzerine kurulmuş İran Devletini sarsmıyor. Arkaik köklerini unutmayanlar, vicdanlarında dünyaya kafa tutmayı herhangi bir cesaret sorunu saymadıkları gibi ve aptalca da hareket etmezler. 2000 yıllık devlet tecrübesi olan İran'ın devlet devamlılığını hayranlıkla izlediğimde, ülkemin 1000 yıllık devlet tecrübesinde, Bizans Oyunlarını altetmiş bir imparatorluğun devamı olan, medeniyetlerin, ahlakın, kültürün, dinlerin, sanatın beşiği olan Anadolu'da bu dönemde yaşanan karaktersizlikleri algılamakta zorluk çekiyorum. Ulus-Devlet aşısı iyi gelmedi, tutmadı. Anadolu Cumhuriyeti kurulamadı. Türk Cumhuriyeti bölünmenin eşiğinde. Bakü-Ceyhan boru hattı, Amerikalıların Kürdistan haritasıyla üstüste konulduğunda 'Yeni Türkiye' ile 'Büyük Kürdistan' arasında sınıra yapılmış olduğu konusunda şüpheye yer bırakmayacak hassasiyette görünüyor. Rejimler değişebilir ve değişmelidir de. Ama aptalca olmamalıdır. İran'ın devlet kültürüne bakarak, 'Muasır Medeniyetler' diye adlandırdığımız 'batı'dan daha çok şey öğreneceğimize eminim. Ahlak'ın nerdeyse tamamen kaybolduğu demokrasi beşiği batı'da işlerine geldiğinde parmak demokrasisi ucubelerine dönüşebiliyorlar. O nedenle herşey hukukla çözülüyor. Aman vicdanlarımız sızlamasın.

10 Mart 2008 Pazartesi

Tramplen

- Her kagvamızda lütfen ama lütfen son sözü sen söyler misin? Yoksa bana fenalıklar geliyor.
- Kagva değil Kavga
-Teşekkürler, en son sözü sen söyledin... ( Bu cümleyi içimden söyledim kimse duymadı)

Birgün şayet birimiz - bu sen de olabilirsin ben de ama ben sen olmasını tercih ederim- bu cümleyi kurabilirsek sanırım her zamanki gibi nerdeyse gereksiz yüzbininci tartışmamızı medenice sonlandırmak şerefine nail olacağız. İmkansız görünüyor çünkü son sözü söylemeyen daha doğrusu söyleyemeyen, söylemişten beter ediyor karşısındakini. Kapı vurmalar, , telefonu suratına kapatmalar ve sonra zehirli mesajlarla kin kusmalar, masayı terketmeler. En çok da buna gülerim. Yani restoranın ortasında öyle kalakalırsın. Belki uzunca olmayan bir süre sonra tekrar karşılaşılacağız ve aslında büyük olasılıkla - umarım - barışma sevişmesiyle sonlanacak herşey. Yani şu barışma sevişmelerini kızdırmak için restoranda önümde şarap kadehiyle bir başıma kalmanın komikliğine mi güleyim, o anda barışma sevişmesi aklıma geldiği için öküz olduğumu mu düşüneyim, daha da ileri gideyim yemek soğumasın yiyeyim de sonra mı senin peşine düşeyim -ortam daha da gerilsin hesabı- hayır yani, tamam küsüz anladık ama bari yemeğini ye de git, küs küs yeriz, sonra küs küs ne yapacaksak yaparız. Hayır sistematik olarak bu tartışmaları yaşamalı. Egomuz bezelye tanesi olana kadar birbirimizi aşağılamalıyız. Gerçekten burda hassas kendiliğinden gelişen bir denge var. Sistematik kavgalar eşittir düzenli cinsellik. Düşünsene, bu kavgalar olmasa halimiz nice olurdu.
Kavgalarımızda beni yine en çok duygulandıran ve güldüren kısım ne biliyor musun, senin cümleni bir tramplen olarak kullanmak ve konu bağımsız iki salto yapan cümlemle seni altetmek. Daha sonra senin cümlene yeniliyor gibi yapıp yine konu bağımsız bir iki artistik süslemeyle zeytinyağı olmak. Ne kadar haksız olduğumu düşünsem de giderek içimde hızlanmaya başlayan buharlı katara engel olamıyorum. Çünkü cümleler ardı ardına ekleniyor. Hızlandıkça hızlanıyor. Giderek iki ayrı konu hakkında -samimiyetimle söylüyorum ihtimal ikimizin de kendini en emin hissettiği ve kesinlikle haklı olduğundan emin olduğu iki apayrı konu- hakkında tartışmayı sürdürüyoruz.
İnsanlarda yol ayrımı burda başlıyor, bu durumda kendilerine gülmeyi başaranlar ya da etrafını kırıp dökmeye başlayanlar. Aslında hepimiz o kadar aynıyız ki ayrılmaya başladığımız yer burası. Nasılsa barışacaksak kırıp dökmeye başlamadan durabilsek ve şunu söylesek,
Bu kavgada son sözü lütfen sen söyle, yoksa bana fenalıklar geliyor.






Her kavgamızda lütfen son sözü sen söyler misin? Yoksa bana fenalıklar geliyor
Evet tabi, hangi restoranda yemek yememiz gerektiğine mutlaka sen karar vermelisin, ben ne anlarım.
Evet, tabi sabah sabah böyle bir şey sormak da nerden aklıma geldi.

15 Şubat 2008 Cuma

+18 imagination and suffering Böbrek Kardeşliği

Gece yarısını geçmişti, ruya görüyordum, ruyamdan uyanırken 'hara'mın hemen altında hafif bir sızı hissettim. Çok tanıdık çok eski bir dost gibi, uzun zamandır birbirlerini görmemiş ilkokul arkadaşları gibi yavaşça beni sarmaya başladı. O sızının boş yolda taksimetrenin dayanılmaz artışı gibi giderek geliştiğini giderek olgunlaştığını ve bir süre sonra beni hastanelik edeceğinin farkındaydım. Şu anda bilenler "böbrek taşııııı" diye bağırıyorlar. Bu yazıyı çok uzatmak niyetinde değilim, yalnızca ağrı eşiğinin son noktasında böbrek taşının mesaneye nasıl indiğini kısaca anlatıp bırakacağım.

Böbrekle mesane arasında iki ince tüp var. Taş böbrekten hareket alıp bu ince tüplerden birine ya da bir kaç taşınız varsa ikisine birden girerse (girer ) size anatomi çalıştırır, hissettirir hatta ezberletir, bol tekrar yapar. Ancak bu cümlelerin hiçbiri bu ağrı eşiğini tarif etmeye yetmez.

Böbrek başlangıcından başlayarak tüpün bağlandığı yere ince bir jilet takın, Jiletin baskısı taşın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. 1mm'den başlar ve sonu yoktur, Fakat belli bir büyüklükten sonra zaten ameliyatla alınır. Alınmayanları içilen suların baskısıyla aşağı doğru son derece yavaş bir şekilde jilet gibi tüpü yırtmaya başlar, en delikanlı benim diyen adamı herkesin önünde rezil rüsva eder, en ağır ağrı kesiciler bonibona dönüşür, en kaynar su serinlik bile yaratmaz. Jilet mesaneye kadar istikrarlı bir şekilde ( falçata benzetmesi de olur) keskinliğini ve yavaşlığını hiç kaybetmeden mesaneye kadar saatlerce iner.
Son taşlarımı 8 günde düşürdüm. Düşmanıma vermesin. 3 taş oynayabiliyorum. Nurtopu gibi biri 4mm iki tane 2mmlik taşım var. Bugüne kadar düşürdüklerimle küçük bir kale yapabilirim.