25 Aralık 2007 Salı

Shener Shen ex Machina

Türkiye'nin belki de en önemli filmlerine imza atmış ve belki de Türkiye'nin uluslararası arenada isminden bahsedilmesi gereken en önemli oyuncusunun deneyimlerle sabit Yavuz Turgul tercihinin derin ve sarsılmaz nedenlere dayandığını kabul etmek sanırım hiç de şaşırtıcı değildir. Kabadayı filminde Şener Şen'in yine göz kamaştırıcı performansı bu iddiayı desteklese de filmin genel beklentileri tamamıyla karşıladığını söylemek zordur. Burada aslında gerçek dram Şener Şen'in Yavuz Turgul'lu bir senaryoda oynamaktan başka çaresinin olmamasıdır. Filmin önemli bir gişe hasılatı yapması beklenirken ve bu durum filmin eksikliklerini örtecekken söylenmesi gerekenler de hasıraltı edilecek ve "Kabadayı" filmi sinema tarihimizin derinliklerine gömülecektir. Bir sinemasever olarak film tamamlamanın zorluklarının farkında olmama karşın herhangi bir "sanat" olayında - özellikle eser demiyorum- 'emek', sonuç iyi değilse çöpe giden bir unsurdur. Çünkü "sanat"ın emekle doğrudan ilişkisi olmasına karşın "sanat" emeği sadece sömürür. Çünkü "sanat" sonuçları açısından aristokrattır. Ve bir filmin iyi olması tüm etmenlere bağlı olmasına karşın bu etmenlerin yüksek seviyelere çıkmasını belirleyen sadece asla koşullar değildir, bireylerdir. Tabi ki senaristler ve ama aynı zamanda yönetmenler. İmza her ikisine ait olacaktır.
Yıllar önce DT'de Machbeth isimli oyunun yönetmeni 'off record' şu açıklamayı yapmakta ve tabi ki oyun talihsiz bir reji anlayışının da kurbanı olmaktaydı: "Macbeth'i oynayacak bir salağa ihtiyacım vardı."
Cümle olsa olsa şöyle olmalıydı:" Boyumdan büyük bir işe kalkışıyorum, Macbeth'i oynayabilecek bir dehaya ihtiyacım var."
Şener Şen öyle büyük bir usta ki göründüğü hemen her karede perdeyi büyütüyor herşeyi daha iyi anlamamızı sağlıyor, heyecan veriyor ve dahası, oyunculuğu bir deha ürünü olarak kullanmıyor. Herşey gözümüzün önünde gerçekleşiyormuş gibi yalın, spontan ve tertemiz. Hatta ve hatta filmin tüm eksikliklerini kapatarak filmi nerdeyse baştan sona seyredilir kılıyor.
Özetle ben gişe filmlerine asla karşı değilim. Aksine gişe filmlerini destekliyorum. Fakat film yapmanın hemen tüm olanaklarını yıllar boyunca ter akıtarak yanyana getirmeyi başarmış önemli bir yapım şirketi olan Filmacass'tan daha iyi bir film beklemek büyük bir haksızlık olmayacaktı.
"İyi bir film"in kriterleri aslında bence oldukça basittir. Uluslararası arenada az-çok sözü geçecek bir film bile biz mazlum Türk seyircisi için yeterli olacaktı. "Kabadayı" filminden geriye kalanlar diye düşündüğümde, final sahnesinin hatırına çekilmiş bir yapım gibi duruduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Özellikle filmin diğer oyuncuları hakkında yorum yapmaktan imtina ediyorum. Çünkü Şener Şen'in gösterişsiz oyunu bu işin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor. Yoksa zaman zaman tiplemeye ve süslemelere kayan Rasim Öztekin, karakter eksenini sürekli kaydıran Kenan İmirzalıoğlu yine de seyredilebilir bir oyun sergiliyorlar.
Filmin tabanında "Anadolu Kabadayılığı"ndan "Varoş Kabadayılığı"na uzanan kuşak devinimi, eski tüfeklerin "varoş"lara yenilişi, şiddetin emanetin önüne geçmesi v.b bir çok tema yerli yerinde kullanılmışken - her ne kadar beni seyirci olarak çok ilgilendirmese de - "varoş" bir tabiri caizse 'ne yaptığını bilmez'in yine nedendir bilinmez altı senaryoda ne yazık ki iyi doldurulamamış ve bu nedenle "olağanüstü bir güzellikle" yamanmaya çalışılmış Karaca için İstanbul'u ateşe vermesi -ki filmin prodüksiyon olarak kan kaybettiği sahneler bunlardır- filmin biraz "yayında toplar, kurtarır" anlayışının kurbanı olduğunu ister istemez söyletiyor. Hollywood yapımı seyreden Türk izleyicisi bile "dar açı"nın düşük bütçe ya da becerilememiş sahne anlamına geldiğini en azından hissediyor - filmin önemli bir dramaturjik sınavdan geçirilmediği şüphesini uyandırmaktadır.
Tüm yergilere karşın "Kabadayı" yine de seyredilmeyi hakedecek kadar düzgün bir yapım. Biletin karşılığını zorla da olsa veriyor. Ama bizim beklentimiz bu değil ki...

21 Aralık 2007 Cuma

Sanatta "Etkin Olma İhtiyacı" ya da "Kristalize" Sanat...

Doğaldır ki sanat felsefesindeki sayısız kuramın içinden birkaç satırlık muhakemeyle çıkmak sözkonusu bile değildir.

Yine de...

Batılı sanatçı sürekli " etkin olma ihtiyacı" içindedir. Varoluşunun sacayaklarından biri etkin olmaktır. Burada "etkin olma"nın ne demek olabileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Kısaca sanatçının -ne kadar yetenekli olursa olsun- "sanat" icra etmesinin nedeni mutlak bir zorunluluktan çok "ego"sunun nefes alabilmesine imkan verebilmektir. Bu düşüncelerden yola çıktığımızda sonuç ister "dünyayı değiştirmek" gibi ulvi bir istekle ister "dünyayı yeniden yorumlama" gibi tespitçi bir yaklaşımla bulunmuş olsun "ego" bu eserlerin ayrılmaz bir parçasıdır. "Ego"nun olağanüstü bir ustalıkla saklanabilmesi de bu düşünceyi zayıflatmaz aksine güçlendirir. Ortaya çıkan eser -sanat mertebesi ne olursa olsun- alıcısından bir "kavrama kapasitesi" bekler. Bu tezi görüntüleyebilmek isteseydik şu örnekler faydalı olurdu. Derek Jarman'ın "Garden" filminin algılanabilmesi için gereken "kavrama kapasitesi" ile James Cameron'un "Titanic" filmini algılayabilmemiz için gereken sığa birbirlerinden çok farklıdır. Her halukarda iki film de bizden etkin olmamızı bekler. Bütün bunların arkasında yatan ana öğe ise batılı filmin ya da sanat eserinin arkasındaki egodur. Bu şekilde batılı sanatçı yine en az onun kadar "ego"suna sadık bir alıcıyla işteş bir eylemi paylaşırlar. Batılı sanatçı sanat eseri "üreterek" etkin olma ihtiyacını doyururken karşısında yine kendini batılı manada bu sanat eserini algılamak için zevkle "kavrama kapasitesi"ni kullanmaya zorlayan ve bu şekilde nerdeyse "etkin olma" seviyesini sanatçılık mertebesine kadar genişlettiğini zanneden bir alıcıyla amorf bir haz alışverişinde bulunur.

Halbuki doğulu sanatçının sanat üretimi bambaşkadır. Doğulu sanatçı "cosmos" korkusundan kaynaklanan çok daha insancıl bir nedenle sanat üretmek zorunluluğunu hisseder. "Cosmos" ya da evren korkusunun açıklaması basittir. Başına saksı düşmesinden tutun da hastalıktan ölmeye kadar son derece basit ve gündelik nedenleri sıralayabileceğimiz gibi, insan usunun erişemeyeceği sebepleri de bu listeye eklememiz gerekecektir. Evren korkusu, doğulu sanatçının, tesadüften tamamıyla arındırılmış ve her detayına kadar olağanüstü bir özenle organize edilmiş, gündelik tüm mimik jest ve davranışlardan uzaklaştırılmış, zaman aralığı keskin bir şekilde belirlenmiş sanat eserleri ortaya koymaya çalışmalarının yegane nedenidir.
Bu "kristalize" olmuş sanat eseri sanatçıyı "cosmos" korkusundan uzaklaştırabilen tek olaydır. Doğulu sanatçı kendini kendi eseri içinde korumuştur hatta içiçe geçmiştir. Burda asla "etkin olma" ihtiyacı sözkonusu değildir. Alıcıları da aynı konumda olduklarından mesele bu "kristalize" olmuş sürecin içersinde "cosmos" korkusunu hissetmemektir.
Bir örnek vermek gerekirse, yanıt çok kolay olacaktır. Kurosawa filmleri. Ama batılı göz o filmleri ya da diğer sanat eserlerini "mistik" olarak algılayacaktır. Ne yazık...

16 Aralık 2007 Pazar

Gökyüzü Tamircisi

Gökyüzü parçalanmadan önce toprak parçalanmıştı.
Toprak parçalanarak kültür parçalandı.
Kültür parçalanınca insan parçalandı
İnsan parçalanınca herşey bitti zannedildi
Halbuki insan gökyüzüne bakınca hala hayal kurabilmekteydi.

13 Aralık 2007 Perşembe

Gamalı Haçla Gömülenler

SS............SSSSSSSSSSS
SS............SS...............
SS............SS...............
SS............SS...............
SSSSSSSSSSSSSSSSSSSS
...............SS............SS
...............SS............SS
...............SS............SS
SSSSSSSSSSS............SS


Gamalı Haçla yalnızca gömülen milyonlarca insanı kastetmiyorum.
Gamalı Haç aslında olağanüstü bir sembolün - Hindistan'dan Antik Yunan'a Afirkalılar'dan Kızılderililere kadar- köşeleşmiş halidir. Dikkatlce bakıldığında üstüsüte yatan iki insanı görmemek işten bile değildir. Hatta ilk çizimlerine bakıldığında bu işaret sevişen bir çiftin çocuksu ifadesinden başka birşey değildir. Fakat bu çizimlerde asla köşeler yoktur. Aşkın, birlikteliğin, uyumun, bereketin, saflığın, yalınlığın en rafine olmuş sembolu. Faşist Almanya bu sembolün içerdiği olağanüstü değerlerin halkın üzerinde yaratabileceği etkinin farkındaydı. Bu nedenle bu sembolü halkın bilinçaltına başka anlamlarla beraber enjekte edebilmenin formülü aranıyordu. Siyah, Kırmızı ve aralarında sıkışmış olan Beyaz...
Evet, aşk, uyum, bereket, birliktelik ve saflık kavramsal olarak işlenecekti ama şartlar belirlenmişti
Herşey sert kurallara bağlı olmalıydı. Sınırlı ve kontrollü aşk- aralarda sıkışmış Beyaz- birlikteliğe dönüşecekti ve düzen -siyah - içerisindeki bu uyumdan saf Alman ırkı oluşacaktı ve tüm Avrupa'ya şiddetle - kırmızı -sahip olacaktı.
Fakat Almanya'yı o dönemde ziyaret eden bir Japon Generali, Alman meslektaşlarıyla daha 40'ların başında sohbet ederken şu veciz cümleleri sarfetmişti:

- Bu savaşı kazanamayacaksınız...
- Neden?
- Çünkü "göğüs dışarı, karın içeri" hiçbir toplum savaş kazanamaz, hiçbir savaşı kazanamaz...

DilBilgisinden Kalmak

"Başım ağrıyor" cümlesini bundan 15 yıl önce kurduğumda - ki bu cümleyi sıklıkla kurmam - birden dehşete düşmüştüm. Bu cümleyi bir kağıda yazdım. Ve dilbilgisi yönünden inceledim. Hepimizin bildiği yöntemle.

Özne : Başım
Yüklem : Ağrıyor

Başım kim? Benim başım. Ağrıtan kim? Belli değil. Cevabını ben vereyim o da ben.
Kaç kişi olduk? 2
1) Ben
2) Başım

Küçücük bir cümleyle başıma ne işler açtım. Şizofren bir cümle kurdum.
Ben, başıma sahip olan ben, benden bağımsız ağrıyan başım. Of of of...

Sayısal Analiz I ve Son

Kendime şu soruları soruyorum.

- 10 ne demek ?
- 1 deste,1 aile

- 1000 ne demek ?
- 1 yolculuk ( mesela İstanbul- Kayseri ),

- 10.000 ne demek?
- 1 eski araba, 1 fabrika ya da tatlı 1 mahalle

- 1.000.000 ne?
- 1 şehir, olağanüstü 1 günlük kazanç

- 100.000.000?
- 1 ülke, büyük 1 servet

- 1.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000?
- 1 astral yolculuk


Test 1:

I I I I I I I

yukarda kaç çubuk var?



cevap basit 7
ama cevaba nasıl ulaşıyorsunuz ?

1+1+1+1+1+1+1?
3+4 ?
4+3 ?
2+2+3 ?

ya da kombinasyonları

günümüz insanının roma insanından bir dirhem ileri gidemeyişinin ispatıdır bu durum.
Sayı çubukları 4'ü geçti mi insanın algısı karışmaya başlıyor. Hatta "4" için bile bazı sorunlar var.
5 aslında 4+1 ya da romalılar için V. Ama "4" bazen IIII ya da 5-1 yani IV. "4" algının zorlanmaya başladığı eşik. Dörtten sonra sembolizasyon başlamak zorunda

O halde 1 nedir? 1 hemen herşeydir
1 çocuk 1 dost 1 sevgili
1 barınak 1 yemek 1 yaşam

Bu garip, çünkü bize 1 yetmiyormuş gibi görünmekte halbuki çok olan herşeyi 1 birime indirgeyerek algılayabiliyoruz.

Yaşasın 1

11 Aralık 2007 Salı

Diyalektik Terazi

İnsanın kendine "ben" diyebilmesi asgari düzeyde şizofrenik çaba gerektirir. Kişi, kendini, varolduğu ortamdan soyutlayarak kendine "ben" diyebilir. Halbuki ünlü bir Macar Psikolog'unun dediği gibi 'ben ancak sende ben olabilirim' bu Hegelci soyutlamayı aramaz. Diyalektiğin ya da safkan Türkçeyle "eytişimin" ister istemez tatlı bir kapsayıcılığı vardır. Maddecileri bir kefeye idealistleri bir kefeye koyduğumuzda, her iki taraf da karşısındakinin varlığını doğrular ve ister görünür. Ancak hangi tarafta olursa olsun kefesine biraz fazladan bastırma eğilimi hep vardır. Tüm bu görüntünün bir anlık fotoğrafı işimize pek yaramaz ama bu terazinin yüzyıllar boyunca çekilmiş bir filminin hızlı oynatımında aşağı yukarı bir denge sözkonusudur. Biyolojik dengeye çok benzer. Böceklerin sayısı çoğalınca kuşlar çoğalır, kuşlar çoğalınca böcekler azalır, böcekler azalınca kuşlar azalır, kuşlar azalınca böcekler çoğalır ve denge süreç içersinde sağlanır. ( Teşbihte hata olmaz )
Bireyselleşiyormuş gibi görünen insan popülasyonunda nihilizm bir alt başlık olarak sahne almakta. İşi evrime bırakırsak ortada uzun vadede bir sorun kalmayacak çünkü nihilistler de evrilecek kuşkusuz. Ancak işi evrime bırakmayacaksak - ki kanımca 'rebellion' yani asilik ve asiliğin beraberinde taşıdığı 'müdahale et' kuşkusuz bitkisel bir duruştan daha insanidir- bireyselleşme görüntüsü içinde cızırdayan kişinin kendini toplumdan soyutlama çabasındaki şizofreniyi teşhis etmek gerekir. Birey istese de istemese de sosyal bir varlıktır. Sosyalleşme mertebesi ne olursa olsun. Deneyimleri ne olursa olsun. Tabi ki şunu kastetmiyorum "Tekrar dene" ya da "hmm bu çok ilginç - başarısızlığın yeni condomu- o halde yeniden dene".
Sorun bastırılamaz görünen yorum yapma isteğimizde. Duruma yorum yapma isteği bizi ilk mertebede gerçeklikten uzaklaştırır. Her yeni yorumda gerçeklikten biraz daha uzaklaşırız. Ve giderek 2. bir gerçeklik çemberinin içinde buluruz kendimizi. Halbuki net olan durumun kendisidir. Yorumlar değil. Durumun kendisi görebilmemiz için bedenimizin - bir nevi iç monolog olan- atıl düşünme/yorumlama yetimizi bir süreliğine de olsa durdurmayı başarmalıyız. Ya da farkına varmalıyız. Durumların kendisi değil yorumlarımız bizi duygulandırır, eski ama baba bir laftır. Tabi ki insan varlık ya da yokluk arasında tercihini herzaman "özgürce" yapabilir ama bu tercihlere hangi durumlara ne yorum yaparak ulaştığımızı araştırmak keyif verici bir arkeolojik gezi olacaktır. Değişmesek de "neden böyleyim" i bilmek fena değildir.
Müdahale bence de daha sert olmamalıdır. Hatta kendini hissettirmeyecek kadar hafif olmalıdır. Kuş kadar hafif, kuşu kaçırmayacak kadar hafif. Kulağa tatlı bir esinti gibi gelecek kadar hafif.
Uykudan gülümsemeyle uyandıracak kadar hafif...
O zaman belki ben gerçekten sende varolabilirim...

7 Aralık 2007 Cuma

DIGItal Level Of Various Experience I "No Introduction No Cry"

Sanırım alıntıları ve saplamaları seviyorum. Herbert Marcuse'un iki kere destile olmuş, bir "aha" efekti olarak anlaşılabilmesi için ticaretin sillesini defalarca yemiş olmak gerektiğini bulguladığım sözüyle başlayayım.
"Önemli olan ekonomik bağımsızlık değildir, önemli olan ekonomiden bağımsızlıktır"
Bağımsızlık sözcüğü kadar elastik herkes tarafından hem içine hem dışına patlatılan başka bir sözcük yoktur. Tüm arkaplanından soyutlandığında asla "ortak kavram" konumuna getirilemeyecek sözcüklerden. Bu nedenle çiğnene çiğnene tadı bitmiş ucuz bir sakıza benzer bağımsızlık sözcüğü. İlk 'çiğnediğinde' herkesin hoşuna giden ama her sakız gibi şekeri biten ve yollarda, çekmece altlarında, asansör kapılarında, küllüklerde, kibar olanlarının çöplerde buna rağmen 2.doğanın yüzyıllardır bir şekilde yokedemediği ama tat da bırakmadığı bağımsızlık.
Nasıl da özgürlükle karıştırılır anlatamam size.
Sıklıkla şu konuyu arkadaşlarımla tartışmışımdır.

Teo -İnsan doğası gereği hayatta kalmak ister.
Arkadaş -Hayır insan artık yaşamdan vazgeçmişse onun bütünlüğüne saygı duymak gerekir.
Teo- Bir insan ne dediğini bilmiyorsa müdahale etmek gerekir.
Başka bir arkadaş -Bunu kendin için istersin
Yine Teo - Bunun bir önemi yok benim kabulüm hücre tabanlıdır. Hücre hayatta kalmak için çırpınır.
Arkadaş 3 - İntihar bireyin kendi tercihidir.
Teo -Nasyonal Müzenin önünde Sovyet işgalini protesto eden üniversite öğrencisinin üzerine benzin döküp karbon heykele dönüşmesinden bahsediyorsan başka

Aşk için verilen değişken mücadelelerin sonunda elde edilen "olumsuz" deneyimlerin, hücrenin çırpınışını olumsuz yönde etkileceği açıktır. Hücre özgürce çırpınır aslında ama biz tercihlerimizle ya da başkalarının tercihlerine boyun eğmemizden kaynaklanan süreçlerle hücrenin tüm doğal davranışını kısıtlarız. Bebekte son derece içten ve doğal ve kesinlik hatta kararlılık olan sevgi gösterme ve alabilme kabiliyeti zamanla deforme olur ve ürettiğimiz enerji - yaşam enerjisi - bloklanır. Son sürat duvara çarpan bir araba gibi her tarafı dağılır ya da daha temkinli olanlar 'el frenlerini' çekerek kendilerine gaz verirler. Bugün sayamayacağım kadar çok "elektronik müzik" türünün kaynağı burada yatmaktadır. Her bireyin kendine özgü geliştirmiş olduğu deformasyonların bir başka deyişle eksen kaybetmiş sevgi gösterme kabiliyetinin sayısal karşılığı. (Halbuki belki panflüt üflemek kalbe daha iyi gelebilirdi. ehu )
Yıllarca sıkılan bir yumruğun birden açılmasında yaşanacak daha büyük deformasyon ve kaoslar yerine insan "evet, ben kendimi böyle seviyorum, hatta ruhani durumumu karşılayabilen bir müzik, inanış ya da siyasal görüş de var. En iyisi böyle devam edelim" deyip noktayı koyuyor.
Tam da bu noktada aşk bu düzenin maymuncuğu olmaya devam edecek çünkü sürdüğü sürece insanın inandıklarından çok daha farklı bir gerçekliğe, sayısal olmayana, insanın derinliklerine, şiire, güzel sanatlara yaklaşma ve insanlaşabilme ihtimaline yakın olacak...

Digital LOVE sen çok yaşa

Toplama Kampı Sendromu

İmdi, toplama kamplarının mucidi sanıldığı gibi Hitler değildir. Stalindir fakat o dilitanttı ( amatörün bir altı ) Çok pahalıya maloluyordu. Hitler bir amatördü ve toplama kamplarını gönüllüce hem ucuz hem de kaliteli hale getirtmeyi başardı. 3 Alman markına 1000 yahudiyi yoketmek mümkün olabiliyordu. Ancak toplama kamplarını globalleştirme ve bundan para kazanarak profesyonelleştirme şerefi, her iki dikta rejimini altetmeyi başarmış Amerika'ya aittir.
Bu karamizah girizgahta bir parça gülümseyenler için kısa bir soru sorayım. Yukardaki cümlelerde sizce kaç milyon insan cesedi bulunmaktadır???

Dünya artık net bir şekilde "global bir toplama kampı sendromu" içinde yaşamaktadır.

- Yoksa ben istediğim saatte istediğim yere gidemiyor muyum?
- Yoo, gidebiliyorum.
- Ee, o zaman özgürsün.
- Muhahahaha

Şi-frozen Özgür (finest american-turkish blend )

Acaip Adem

4*pi*r^3

Tabi bu sayısal yönde siyasallaşan dünyamızın "perfect" küreye dönüştürülebilmesi için azami çaba, intizam ve gerektiğinden daha çok askeri performans gösterilmekte, emperyal bir psikolojik spray, yapay ve uydu devletler, ve muntazam bir paraleller meridiyenler teknolojik-ekonomik network'ü kullanılmaktadır. Sade ve hatta gariban dünya insanına "alın lan kullanın" diye hemen hemen bedavaya verilen uydu bağlantılı mesela gprs'li navigasyon cihazlarını görünce verilmeyen teknolojinin boyutlarını hayal dahi edemiyorum. Bu bütünsel kopuş! yani halkın gerçek teknolojiden ve bilgi düzeyinden nerdeyse 50 yıl geride bırakılması Emperyalin demir değil ama derin ağlarını tüm dünya üzerinde 50 yıl önceden dilediği gibi konuşlandırmasını revize etmesini, değiştirmesini hatta kafasına göre denemeler yapmasını, dilediği kadar da hata yapmasını destekliyor.
Bu meselenin üstüne doğru gittiğinizde zaten yalnız kalacaksınız. Gitmediğinizde insan olamayacaksınız. Evrimini tamamlamamış tek hayvan insan olarak kalmayı tercih edenler sonsuza yakın, olmayanlar epsilon civarında. Bu yarı robotik durumda - yani benim gibi sistem/insan sentezleri ("o zaman hiç olmazsa güzellik" ısrarında olanlar içinse) tek bir yol kalıyor -
Ahmet Haşim'in dediği gibi, 'söyleyeceğimizi o kadar güzel söyleyelim ki, söylediklerimizin anlamında bir eksiklik varsa, söyleyişimizdeki güzellik bu eksikliği kapatsın.'

6 Aralık 2007 Perşembe

Analog kafa

Postmodernizmin, meşhur deyişle "modernizmin postu deldirmesi" olduğu gerçeğini gözönünde bulundurarak ya da Galileo'nun "sayılabileni sayın, sayılamayanı sayılabilir yapın" vecizi zihnimizde 1001100011 ya da kombinasyonlarının dijital monotonluğu eşliğinde "evet-hayır" ya da "noktayı yak" ya da "kapalı tut" şekline indirgemekte zorlanan, belki de hiç geçmek istemeyecek kafa. Ben kafa.

Durumu sadece sayılara karşıyım diye algılamak mümkün değildir ya da teknolojinin sayısal eksene oturtulması mecburiyetinin ötesinde hiçbir insani derinlik taşımayan sayıların matrislerin insani olan derinliklerimizi ele geçiriyor olmasına tepkidir analog kafa.
Analog kafa moderndir. 5 kişilik bir ortamda 3 kişinin dediğini yapan bir topluluk postmoderndir. Parmak demokrasisinin ucubeleridir. İkna unuttuğumuz en önemli özelliklerimizdendir. Sadece "ikna edebilmek" değil aynı zamanda "ikna olabilmek"

Analog kafa sesi köşeleştirmez integral almaz sesi olduğu gibi verir. Bu nedenle ikna edicidir. Demokrat değildir. Öyle görünmeye çalışmaz. Bildiğini köşelerin arkasına sığınarak söylemez. Üzerine suyla silinebilen keçeli kalemlerle yazabileceğiniz 0.2 dolardan bile ucuza alabileceğiniz ve gerekirse hemen çöpe atabileceğiniz bir cd kadar müsrif değildir.

Mikro evrende sesin binde birini kesip "pıh"lamaları temizleyebleceğiniz, sesin ruhunu bedeninden ayırabileceğiniz ve berbat bir sesi "mükemmel" hale getirebileceğiniz pratiklikte hiç değildir. Analog kafa nasıl pratik olsun. Bunu belki 40'larda yapılmış bir kaydı dinleyerek ayırt etmek mümkün. Marian Anderson'u, belki de gelmiş geçmiş en büyük opera sanatçılarından birini analog bir kayıtta o zamanın teknolojisiyle dinlerken farkettim ne kadar geriye gittiğimizi. Kalite olarak değil kafa olarak. İyi ses o zaman da iyi sesti bugün de öyle. Aşık Veyseli dinlerken de ya da Vanilla Fudge'ın "60'ların sonunda yaptığı "You just keep me hanging on" cover'ı, aynı şekilde Itzhak Perlman'ın Saint Saens'ı yorumlaması. Hepsi o kadar ikna edicidir ki... Sadece kayıt teknolojisinden bahsetmiyorum, kafadan bahsediyorum.

İnsan ruhunun belki de en geniş şekilde yüzeye yayılabildiği bir dönemde -tıpkı okyanusa damlayan bir yağ zerresinin yarattığı spektral yansımalar gibi- renkler gözümüze hoş görünüyor. Suluboyalar, pastel boyalar bitti, kağıt çok daha fazla üretiliyor ama bitti, mektup ise tamamen sona ermek üzere, jetonla sevgili aramak, ulaşamayınca ertesi gün tekrar aramak hiç yok. Sokakta dijitalize olmuş olduğunun bile farkında olmayan IP numaraları dolaşıyor, içlerinde az buçuk insanlar var. Azlar ama varlar. Keşke dijital teknolojiye karşı olsaydım. Karşı değilim aksine ben dijitalize olan kafaya karşıyım. Dahası üzülüyorum. Çünkü bir gün hepimiz mektup yazmak için kömür, balık tutmak için su, patates ekmek için toprak ve üzüm toplamak için bağ, barınmak için mağara, ısınmak için odun aramaya ve hayatta kalmak için savaşmaya mecbur kalacağız...
7 milyar insanın 3/4'ü bunu yapıyor.

Acaip Adem