İnsanın kendine "ben" diyebilmesi asgari düzeyde şizofrenik çaba gerektirir. Kişi, kendini, varolduğu ortamdan soyutlayarak kendine "ben" diyebilir. Halbuki ünlü bir Macar Psikolog'unun dediği gibi 'ben ancak sende ben olabilirim' bu Hegelci soyutlamayı aramaz. Diyalektiğin ya da safkan Türkçeyle "eytişimin" ister istemez tatlı bir kapsayıcılığı vardır. Maddecileri bir kefeye idealistleri bir kefeye koyduğumuzda, her iki taraf da karşısındakinin varlığını doğrular ve ister görünür. Ancak hangi tarafta olursa olsun kefesine biraz fazladan bastırma eğilimi hep vardır. Tüm bu görüntünün bir anlık fotoğrafı işimize pek yaramaz ama bu terazinin yüzyıllar boyunca çekilmiş bir filminin hızlı oynatımında aşağı yukarı bir denge sözkonusudur. Biyolojik dengeye çok benzer. Böceklerin sayısı çoğalınca kuşlar çoğalır, kuşlar çoğalınca böcekler azalır, böcekler azalınca kuşlar azalır, kuşlar azalınca böcekler çoğalır ve denge süreç içersinde sağlanır. ( Teşbihte hata olmaz )
Bireyselleşiyormuş gibi görünen insan popülasyonunda nihilizm bir alt başlık olarak sahne almakta. İşi evrime bırakırsak ortada uzun vadede bir sorun kalmayacak çünkü nihilistler de evrilecek kuşkusuz. Ancak işi evrime bırakmayacaksak - ki kanımca 'rebellion' yani asilik ve asiliğin beraberinde taşıdığı 'müdahale et' kuşkusuz bitkisel bir duruştan daha insanidir- bireyselleşme görüntüsü içinde cızırdayan kişinin kendini toplumdan soyutlama çabasındaki şizofreniyi teşhis etmek gerekir. Birey istese de istemese de sosyal bir varlıktır. Sosyalleşme mertebesi ne olursa olsun. Deneyimleri ne olursa olsun. Tabi ki şunu kastetmiyorum "Tekrar dene" ya da "hmm bu çok ilginç - başarısızlığın yeni condomu- o halde yeniden dene".
Sorun bastırılamaz görünen yorum yapma isteğimizde. Duruma yorum yapma isteği bizi ilk mertebede gerçeklikten uzaklaştırır. Her yeni yorumda gerçeklikten biraz daha uzaklaşırız. Ve giderek 2. bir gerçeklik çemberinin içinde buluruz kendimizi. Halbuki net olan durumun kendisidir. Yorumlar değil. Durumun kendisi görebilmemiz için bedenimizin - bir nevi iç monolog olan- atıl düşünme/yorumlama yetimizi bir süreliğine de olsa durdurmayı başarmalıyız. Ya da farkına varmalıyız. Durumların kendisi değil yorumlarımız bizi duygulandırır, eski ama baba bir laftır. Tabi ki insan varlık ya da yokluk arasında tercihini herzaman "özgürce" yapabilir ama bu tercihlere hangi durumlara ne yorum yaparak ulaştığımızı araştırmak keyif verici bir arkeolojik gezi olacaktır. Değişmesek de "neden böyleyim" i bilmek fena değildir.
Müdahale bence de daha sert olmamalıdır. Hatta kendini hissettirmeyecek kadar hafif olmalıdır. Kuş kadar hafif, kuşu kaçırmayacak kadar hafif. Kulağa tatlı bir esinti gibi gelecek kadar hafif.
Uykudan gülümsemeyle uyandıracak kadar hafif...
O zaman belki ben gerçekten sende varolabilirim...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Öncelikle çok diyalektik bir yazı olduğunu belirtmek istiyorum. Dikkatimi çeken yorum kısmında da haklısın. Durumlar ve olaylar karşısında, meydana çıkmıyor mu zaten "Ego"muz? Hepimizin algıları farklı olduğundandır belki, belki de nasıl "bakmakla-görmek" farklı şeylerse, bunu olaylar karşısında genelde bakarak yapıyor olabilmemizdendir. Zaten her baktığımızı doğru algılayıp görebilseydik; nerde, kimde, ne kadar varolduğumuzu da bulur, onlardan önce Aynaya baktığımızda o gerçeğin adını koyabilirdik belki..
Algıdaki kusurlar bizi biz yapan şeyler değil midir ? Üstelik doğru nedir ki ? Kırmızı kelimesini biz yapıştırmadık mı o rengin üzerine ? Kırmızıyı mavi gören insanlar azınlıktadır diye onların algılarına yanlış demek hangimizin hakkıdır ? Her baktığımızı "doğru" algılayıp görebilseydik ve gözle kalbin arasındaki çevirmen beyin olmasaydı bakmak = görmek olurdu ve hayat ne güzel olurdu :)
Yorum Gönder