Doğaldır ki sanat felsefesindeki sayısız kuramın içinden birkaç satırlık muhakemeyle çıkmak sözkonusu bile değildir.
Yine de...
Batılı sanatçı sürekli " etkin olma ihtiyacı" içindedir. Varoluşunun sacayaklarından biri etkin olmaktır. Burada "etkin olma"nın ne demek olabileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Kısaca sanatçının -ne kadar yetenekli olursa olsun- "sanat" icra etmesinin nedeni mutlak bir zorunluluktan çok "ego"sunun nefes alabilmesine imkan verebilmektir. Bu düşüncelerden yola çıktığımızda sonuç ister "dünyayı değiştirmek" gibi ulvi bir istekle ister "dünyayı yeniden yorumlama" gibi tespitçi bir yaklaşımla bulunmuş olsun "ego" bu eserlerin ayrılmaz bir parçasıdır. "Ego"nun olağanüstü bir ustalıkla saklanabilmesi de bu düşünceyi zayıflatmaz aksine güçlendirir. Ortaya çıkan eser -sanat mertebesi ne olursa olsun- alıcısından bir "kavrama kapasitesi" bekler. Bu tezi görüntüleyebilmek isteseydik şu örnekler faydalı olurdu. Derek Jarman'ın "Garden" filminin algılanabilmesi için gereken "kavrama kapasitesi" ile James Cameron'un "Titanic" filmini algılayabilmemiz için gereken sığa birbirlerinden çok farklıdır. Her halukarda iki film de bizden etkin olmamızı bekler. Bütün bunların arkasında yatan ana öğe ise batılı filmin ya da sanat eserinin arkasındaki egodur. Bu şekilde batılı sanatçı yine en az onun kadar "ego"suna sadık bir alıcıyla işteş bir eylemi paylaşırlar. Batılı sanatçı sanat eseri "üreterek" etkin olma ihtiyacını doyururken karşısında yine kendini batılı manada bu sanat eserini algılamak için zevkle "kavrama kapasitesi"ni kullanmaya zorlayan ve bu şekilde nerdeyse "etkin olma" seviyesini sanatçılık mertebesine kadar genişlettiğini zanneden bir alıcıyla amorf bir haz alışverişinde bulunur.
Halbuki doğulu sanatçının sanat üretimi bambaşkadır. Doğulu sanatçı "cosmos" korkusundan kaynaklanan çok daha insancıl bir nedenle sanat üretmek zorunluluğunu hisseder. "Cosmos" ya da evren korkusunun açıklaması basittir. Başına saksı düşmesinden tutun da hastalıktan ölmeye kadar son derece basit ve gündelik nedenleri sıralayabileceğimiz gibi, insan usunun erişemeyeceği sebepleri de bu listeye eklememiz gerekecektir. Evren korkusu, doğulu sanatçının, tesadüften tamamıyla arındırılmış ve her detayına kadar olağanüstü bir özenle organize edilmiş, gündelik tüm mimik jest ve davranışlardan uzaklaştırılmış, zaman aralığı keskin bir şekilde belirlenmiş sanat eserleri ortaya koymaya çalışmalarının yegane nedenidir.
Bu "kristalize" olmuş sanat eseri sanatçıyı "cosmos" korkusundan uzaklaştırabilen tek olaydır. Doğulu sanatçı kendini kendi eseri içinde korumuştur hatta içiçe geçmiştir. Burda asla "etkin olma" ihtiyacı sözkonusu değildir. Alıcıları da aynı konumda olduklarından mesele bu "kristalize" olmuş sürecin içersinde "cosmos" korkusunu hissetmemektir.
Bir örnek vermek gerekirse, yanıt çok kolay olacaktır. Kurosawa filmleri. Ama batılı göz o filmleri ya da diğer sanat eserlerini "mistik" olarak algılayacaktır. Ne yazık...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
Bu durumun eski Yunan'dan rönesansa uzanan dönemde perspektifin keşfiyle doruk noktasına ulaştığını düşünüyorum. Zira perspektifte kaçış noktasına tahtların yerleştirilmiş olmasının, vurgunun altın kesimde durmasının, aynı "ego" nun aynı ihtiyacını karşıladığına inanıyorum. Yine olağanüstü bir tespitte bulunmuş olman beni düşünmeye zorluyor. Batılının dünyayı algılama biçimi binlerce yıldır süregelen, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ying ve yang gibi değil de kesin ve net çizgilerle birbirinden ayırma alışkanlığının evrimleşmesiyle meydana gelmiş olmalı, ki perspektif batılının gözünde kesin doğrulardan biri olmakla birlikte gerçekte nesneler araşındaki fiziksel ilişkiyi algılamamızı sağlayan bir göz kusurudur. Özünde kusur bulunan bir kavramı kusursuzluk olarak niteleyen bir kültürün ürünlerinden daha fazla ne bekleyebiliriz ki ? Bütün sanatçılar kendi kültürlerinin derinliklerine işlemiş ve bir anlamda yaşadıkları toplumun temel taşlarıyla kaynaşmış şeyleri işlerine yansıtmaktan kaçamıyorlar. Bunu olumlu ya da olumsuz bir eleştiri olarak söylemiyorum. Nitekim Miyazaki dahi, filmlerinde doğanın mahvedilmesine duyduğu tepkiyi sayısız kez işlemiştir. Asıl mesele hayatı algılamakla ilgilidir kanımca. Etkin olma ihtiyacını kadrajın kendisi ego yu da kaçış noktasının tam merkezi yaparsan olacağı budur :)
Mert Yamak'ın, perspektifi bir göz yanılsaması ve bir kusur olarak tanımlaması üzerine kendisine 'perspektifsiz gören bir göz var mıdır?' sorusunu sormak isterim. (acaba perspektifsiz görülebilir mi?)
Ayrıca perspektifi hangi anlamıyla kullandığını da açması gerektiğini düşünüyorum. Burda bahsedilen 'perspektif', bakış açısı anlamında bir perspektif midir
yoksa kağıt üzerinde, gözün gördüğü perspektifi yansıtmak için kullanılan tek, iki veya üç kaçma noktalı olabilen yöntem midir,
ya da sırf gözün görme biçimi midir?
Açıkçası ben burda tam da 'etkin olmak'ın ne anlama geldiğini anlamadım.Ve bir de
batı ve doğu sanatı gibi keskin bir ayrım nasıl yapılabilir? Yani nasıl ve neyle örneklenebilir, kanıtlanabilir. Doğu sanatı dediğimiz vakit ne'den bahsederiz? Hangi doğu? Nasıl bir sanat tanımı?
Elbette sağlıklı doğan her insan gözü, optik kuallar gereği perspektif algısına sahiptir. Bu da her insanın doğal ve "sağlıklı" haliyle dünyayı, gerçekte olduğundan farklı / kusurlu algıladığı anlamına gelir. Zira iki paralel çizgi gerçekte hiçbir zaman ufukta birleşmezler. Eğer, bu deformasyonun farkındaysak, bu deformasyonu farklı biçimlerde yorumlayabiliriz. Eski Mısır ressamlarının perspektif bilgisinden yoksun olduklarını düşünmek de mümkündür, algıladıklarını farklı bir süzgeçten geçirdiklerini de. Aynı durum hayatı algılayış için de geçerlidir. Toplum bize "sağlıklı" bakış açısını zaten sunar. Önemli olan bizim deformasyonun farkında olup olmadığımızdır. Çünkü eğer farkındaysak, hayata perspektifsiz, ya da daha geniş bir perspektifle bakmayı başarabiliriz.
Doğu ve batı arasındaki farkı en iyi Türklerin anlaması gerektiğini düşünüyorum. Bana soracak olursanız, doğu da Türkiye'de biter batı da. Fakat bir Avrupalı'ya ya da bir Japona soracak olursanız onlar büyük ihtimalle farklı tespitlerde bulunacaklardır. Doğu ile batı arasındaki sanatsal fark üzerine, Gombrich'i okuduktan hemen sonra Kurosawa'nın tüm filmlerini izlemek suretiyle kabaca bir kanıya varmak mümkün olabilir. Tatmin olunmadığı takdirde, İran, Hint ve Uzakdoğu sanatları ile rönesans devri yapıtları karşılaştırılabilir, hatta, Osmanlı minyatürlerinin derinliklerine inmek suretiyle işin boku çıkarılabilir. Nihayi noktada her kişi kendi yargısına varmakta ve kendi bildiğini okumakta hiç kuşkusuz özgürdür, saygımız sonsuzdur.
Yorum Gönder